STRESE RAĞMEN YAŞAMAK…

30 okunma Nisan 2023

Bugün insanoğlu her zamankinden daha fazla yalnızlığa terk edilmiş durumdadır. Aile kurumu ciddi yaralar almış, komşuluk ilişkileri oldukça zayıflamış, insanlar birbirine yabancılaşmış ve dahası birbirinden uzaklaşmıştır. Bugün dertlerini paylaşamayan, birbirinden yardım isteyemeyen insanların sayısı hiç de az değildir. Nitekim çağdaş insanın duygusal gerginliğinin temel konularından birisi “kalabalık içinde yapayalnız olma” hâlidir. Bu hal çoğu kişide bunalımlar yaratan ve depresyona neden olan aşırı ferdileşmenin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.  Modernite, sadece Batı toplumlarında değil tüm dünyada yalnızlar ordusu meydana getirmiştir. Sanayileşme ve kapitalizm yalnızlığı daha da derinleştirmiştir. Bu yalnızlar ve birbirine yabancı insanlar toplumunda, sosyal ilişkiler olabildiğince zayıfladığı ve de insanlar bireyselleştiği için artık birbirine yâr olan, birbirinin kapısını çalan insan sayısı giderek azalmaktadır. Dolayısıyla bu durum insan fıtratının ve ruhunun aşırı zorlanması neticesinde ortaya çıkan stres ve depresyona davetiye çıkarmaktadır. Oysa toplumu ayakta tutan, hayat neşesidir.

Diğer taraftan günümüzde insanlar bir tüketim yarışı içine girmiştir. Bu da lüksü, bir ihtiyaç olarak gören, bu sebeple de taşıyamayacağı yükü yüklenerek hayatlarını borç batağı içinde devam ettirmek zorunda kalan, hatta yaşadığı stres ve buhranlar yüzünden intiharlara sürüklenen insan tiplerini ortaya çıkarmaktadır. “Herkesten daha başarılı olmak ve çok başarılı olmak için, üzerine düşenden/ gerekenden fazla çalışan, zaman kullanımını fiziki ve ruhi şartları aleyhine işleten aşırı hırslı kimselerde tükenmişlik duygusu ortaya çıkar.  İnsan aslında imajlar peşinde koşarken, sadece bu dünya için yaşadığının farkında olmadan manevi iflasın da eşiğine gelmektedir. Ayrıca sigara, alkol, uyuşturucu, internet, alışveriş, eğlence, hedonizm gibi her türlü bağımlılık, insanın iradesini yok ettiği ve insanı başka kuvvetlerin etkisinde zavallı bir canlı hâline getirdiği için toplumda stres artmaktadır.

Bütün bunlara bir de insanın ruhunu zenginleştiren, ona gönül huzuru veren, kalbini itminana kavuşturan maneviyat ikliminden uzaklaşma ve hayatı anlamlı kılan yüce değerlerin unutulması eklenince, stres ve depresyon kaçınılmaz olmaktadır. Nitekim stresin en büyük nedeni, varlığı madde, âlemi dünya ve ölümü yok oluş olarak kabul etme düşüncesidir. Allah’ın ruhundan bir nefha taşıyan insanın anlamsızlık ve gayesizlik girdabına düşmesidir, hep kaybetme korkusu taşımasıdır. Fıtrata aykırı olarak sergilenen her türlü davranıştır.

Çağımızda stres yapan kaynakların bir kısmı bütün insanlar için ortak olduğu gibi bir kısmı da bireysel farklılıklara göre değişkenlikler gösterebilmektedir. Çünkü insanın yaratılışına bakış ve yaratılış gayesini algılama biçimleri, karşılaşılan olaylara, engellere yaklaşımları strese karşı farklı tavırlarını ve farklı savunmalar geliştirmelerini belirler. Hemen hemen bütün insanlar için ortak stres kaynakları olarak şu faktörler sıralanabilir: İnsanların her gün karşılaştıkları veya karşılaşma ihtimali olan günlük ve güncel problemler az veya çok stres sebebi olabilir. Mesela evde, okulda, yolda, iş yerinde karşılaşılan olumsuz davranışları dert edinme bireysel farklılıklara göre kişide stres oluşturabilir. Öğrencilik hayatının, mesleki hayatın getirmiş olduğu yeni sorumluluk ve görevler, buralardaki statü ve formasyon değişimleri önce küçük bir kaygıyla başlayıp strese doğru gidebilir. Nitekim bir kurum veya kuruluşta çalışanlar arasındaki rol belirsizlikleri, yetki kullanımı ve neticede ortaya çıkan çatışmaların da strese sebep olduğu tespit edilmiştir. Bireyin hayatında, ailesinde, çevresinde, iş yerinde, okulunda meydana gelen ani ve hızlı değişimler, gelişmeler uyum problemlerini ortaya çıkarır. Çünkü ani ve hızlı değişime uyum sağlamaya çalışacak olan bazı bireylerde bazı gerginlikler, sıkıntılar, kaygılar yaşanabilecektir.   

Aslında, kontrol edilemeyen stres, depresyon ve intihara giden kapıyı açar. Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) depresyonu geleceğin en büyük sağlık sorunu olarak ilan etti. ABD’de iş gücü kaybına neden olan hastalıklar sıralamasında, kalp hastalıklarından sonra ikinci sırayı depresyon alır. Dünyada her gün binden fazla kişi intihar ediyor. İngiltere’de intihar edenler, trafik kazalarında ölenlerden daha fazla. ABD’de her yıl erişkin nüfusun % 10’u depresyon geçiriyor. Her insanın hayatının bir noktasında depresyona girme ihtimali % 20’dir. Şu anda Türkiye’de 3,5 milyon insan sözünü ettiğimiz depresyon hastalığına tutulmuş durumdadır. Sağlık ocaklarına başvuran hastaların % 26’sının depresyonda olduğu belirlenmiştir.

         Gerekli gereksiz, sayısız meşguliyetler icat edip hepsinin üstesinden gelmek zorunda olduğumuza kendimizi inandırdık. Ruhumuz ve bedenimiz sürekli gerilimler içinde. İşte stres dediğimiz rahatsızlık bu hâlin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Depresyon; zayıflık, acizlik değil bir hastalıktır. Kendisine göre tedavi yöntemleri vardır. Asıl önemli olan depresyona giden yolu kesmektir. Bu bir suç ve zayıflık değildir. Bu duygular depresyona dönüşmüşse tedavi ve profesyonel bir yardımla büyük rahatlama elde edilebilir. Ancak insanın nasıl ki midesi, karaciğeri hasta olursa, sinir sistemi, ruh yapısı da hasta olabilir. Genç yaşlarda görülen mide kanaması, kalp krizi, beyin kanaması vakaları, böyle yoğun streslerin yaşandığı ve organ dili ile ortaya çıktığı durumlarda olabilmektedir. Biyolojik yapımızın gereği olarak bazı hastalıklara yakalananlar ise ruhi çöküntü içine düşmezler, hayata tutunma çabaları sürer. Çünkü maddi olana muhtaç olmaktan kurtulup, gerçek ihtiyacımız olan şeyin ilahî rıza olduğunu kavramıştır. Stresin kıskacından kurtulma yolunda bu tür bir hayat algısına çok ihtiyacımız var. Bu ihtiyaç giderilirse ötesi çorap söküğü gibi gelirve hırslarımız dizginlenir.

Korku gibi, öfke de ruh dengesini bozucu, stres yapıcı etkiye sahiptir. Bu noktada Kur’an’ın, öfkeyi yenip, bağışlayıcı olmayı övgüye layık davranış olarak sunması (Âl-i İmran,  3/134.) ruh sağlığını koruyucu bir ilkeye işaret etmesi bakımından dikkat çekicidir. “Dünyayı değiştirmek mi, kendini değiştirmek mi gibi bir soruya; “Belki her ikisi, ama önce kendini değiştirmek” şeklinde verilecek bir cevap yanlış olmasa gerek. Eric Hoffer, “Gurur, zayıf adamın güçlü taklidi yapmasıdır.” der. Dolayısı ile bu davranış biçimi strese sebep olan en sinsi etkenlerden biridir denebilir. Zira ömür boyu olmadığı şekilde görünmeye çalışan bir insanın farkında olmasa da bir iç gerginliği yaşaması kaçınılmazdır.

Sarp yokuşların, dik yamaçların yer aldığı dünya hayatında sevinçler ve başarılar kadar  üzüntüler ve başarısızlıklar da yer almaktadır. “İnsanlar, imtihandan geçirilmeden sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” (Ankebut, 29/2.) ayet-i kerimesi, En Yüce Dost’a giden bu dünya hayatında karşılaştığımız çile ve sıkıntıların Yüce Rabbimiz tarafından bizlere lütfedilmiş birer imtihan vesilesi olduğunu hatırlatmaktadır. Doğmadan babasını, en çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde annesini, daha sonra da kendisini himaye eden amcasını ve en büyük destekçisi olan hayat arkadaşını kaybeden; doğup büyüdüğü topraklardan hicret etmek zorunda kalan, risalet görevi esnasında maddi-manevi pek çok işkenceye maruz kalmış bulunan, belki de dünya hayatında bir insanın yaşayabileceği en büyük acı olan evlat acısını birçok kere yaşayan Peygamber Efendimiz (s.a.s.), dünya hayatında karşılaşacağımız her türlü sıkıntı ve zorluk karşısında nasıl bir tavır sergilememiz gerektiği konusunda bizler için en güzel örnektir.

İslam ne büyük mutluluktur ki, kişinin konuşmasını hikmetli bir dil ve üsluba; sükûtunu tefekküre, çalışmasını ibadete, bakışını ferasete, hayatını nezaket, zarafet ve nezafete dönüştürür. Simasını güler yüzlü, secde izli; dostluklarını vefalı, arkadaşlıklarını çıkarsız ve içten kılar. Dertlerini ve sevinçlerini paylaştıran, sevdiklerini Allah için seven ve onlara gönlünü açan bir insan hâline getirir. İbadetler, içine tefekkür boyutu katılarak ve içerdiği anlamlar idrak edilerek layıkıyla eda edildiğinde insana tarifi imkânsız bir gönül huzuru sağlar. İnsanı günah batağına düşmekten korur. Nefisleri ve kalpleri arındırır.

Dolayısıyla ilkbahar ve yazdaki doğumun ve neşenin güzelliklerini gördüğü gibi, sonbahar ve kıştaki ölümün ve sararmış yaprakların düşmesindeki hüznün güzelliklerini de görür. Mümin, çile ve sıkıntılarla karşılaştığında hiçbir şüpheye düşmeden ve ümitsizliğe kapılmadan, “Hoştur bana senden gelen, Ya hil’at-ü yahut kefen, Ya gonca gül yahut diken, Lütfun da hoş kahrın da hoş.” diyerek Cenab-ı Hakk’a olan teslimiyetini gösterir.

Yüce Allah’ın “Secde et ve yaklaş!” (Alak, 96/19) emri gereği, huşu içerisinde ibadet ve taate yönelerek daha bir gönülden secdeye kapanır. Yüce Rabbimizin “Bana dua edin ki, duanıza icabet edeyim.” (Mümin, 40/60.) ilahî fermanı gereği ellerini Rabbine açar ve dua eder. Böylece kendisini güvende ve değerli hisseder. “Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28.) anlamındaki ayet bu konuda söylenebilecek her şeyin özü ve özeti niteliğindedir. Allah’ın kulunu yalnız bırakmayacağı, darda kaldığında onun imdadına yetişeceği inancı iç rahatlığı ve huzur sağlayıcı önemli bir etkiye sahiptir.

          Ümitsizliğin ve inancına ters düştüğü bilinciyle karşılaştığı hiçbir zorluk ve sıkıntı karşısında; nefsin bitmek tükenmek bilmeyen arzularına kendisini kaptırmaz ve asla yaratılış gayesini unutmaz. Hayatın zorlukları karşısında karamsarlığa düşmez ve hiçbir zaman Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez. Allah’a inanıp güvenen, dinin öngördüğü ahlaki hayatı yaşayan kimseler strese sebep olan birçok etkeni devre dışı bırakmış olacaklarından ruh sağlıklarını koruma altına almış, psikolojik kökenli pek çok hastalıktan kendilerini korumuş olurlar.

KAYNAK: Diyanet aylık dergi-Prof. Dr. Mehmet Görmez-Doç. Dr. Halil Altuntaş -Nevzat Tarhan