Cennetten Bir Köşe

30 okunma Ocak 2020

Beni, uzun zamandır takip eden okurlarım bilir. Hemen her konuda köşe yazısı yazarım ama bunların arasında gezi yazılarım çok fazla değildir. Amma velakin geçen hafta, İtalya’nın İsviçre sınırındaki Como Gölü’ne gitmiştim ki yazılmayacak,anlatılmayacak gibi değil. Sadece Como Gölü değil tabiî ki gezdiğim yerler. Ben yaşadım, şimdi hem okuyun hem düşleyin.

Haritadan baktığınızda, Y harfini andıran gölün bütün etrafını büyülü dağlar sarmış adeta. Göl, yamaçların arasında kalmış bir vadi görünümünde. Yemyeşil yamaçların hemen bitiminde başlayan, deniz görünümlü kocaman masmavi bir su, gölün kıyısı boyunca uzanan, insanın düşlerini zorlayan ve harika mimariye sahip birbirinden lüks villalar, yan yana sıralanmış turistik küçük köyler, dağların zirvesinde kartal yuvası görünümlü şatolar ve rengârenk çiçekler ile doğa sizi sarıp sarmalıyor. Burası cennetten bir köşe adeta.

Villaların çoğunun kepenkleri kapalıydı gerçi. Como Gölü’nde henüz mevsim başlamamış anlaşılan. Yine de yelken açanları gördüm. Kuğu gibi süzülüyorlardı. Deniz taksileri gölün içinde vızır vızır. İki yaka arasında müşteri taşıyorlardı. Yanımızdan geçen diğer taksi botlardaki insanlara el sallamayı ihmal etmeden, öğrenme telaşından sıyrılıp, etrafı seyre dalınca tüm bu güzellikleri görüverdim. Evet, burası yeryüzü cennetlerinden biri. Ve ben bu cenneti görmeyi hak etmek için ne büyük bir sevap işlemiştim acaba?

Kimilerine göre en romantik balayı adreslerinden biri, kimilerine göre jet sosyetenin, zenginlerin sayfiye yeri, kimilerine göre de yeşilin maviyle buluştuğu cennet bir köşe. Alp dağlarının eteklerinde yer alan Como Gölü, İtalya’nın üçüncü büyük gölüymüş. Como’nun kenarındaki en büyük yerleşim yeri, göl ile aynı ismi taşıyan Como şehri. Burası Milano’ya sadece 45 km uzaklıkta. Buraya kimler geliyor? diye soracak olursanız, turist profilini ağırlıklı olarak zengin Amerikalılar ve Avrupalılar oluşturuyormuş. Zengin turistlerin dışında pek çok ünlü sanatçı, sinema oyuncusu ve politikacı yılda 1-2 kez de olsa Como Gölü’ne mutlaka uğruyormuş. Como’daki muhteşem villalardan birisi ünlü film artisti George Coloney’e aitmiş. Yazları teknelerle onun evinin olduğu bölgeye turistik geziler bile düzenleniyormuş. Kendisini görmek kısmet olmasa da Villasını görebildik.

Como Gölü, aynı zamanda mimarlık mesleğinin doğduğu bölge olarak da biliniyor. 3 bin yıl önce Como’lu inşaatçılar bir araya gelerek mimarlığın temellerini burada atmışlar. Zaten, göl kıyısındaki villa ve şatoların mimarisi de bunu kanıtlar nitelikteydi.

Como gölünden sonra Como Şehrini gezmeye Volta Meydanı’ndan başlıyoruz. Meydanın tam ortasında bir zamanlar burada yaşayan, pilin mucidi, fizikçi Allessandro Volta’nın heykeli dikkat çekiyor. Dev saksılardaki çiçeklerle renklendirilen meydan, otel ve restoranlarla çevrili.

Como, “Citta di Seta” (İpek Şehri) diye de anılmaktadır. Aynı Samandağ gibi. Çin’in ekonomik atağı öncesi dünyanın en önemli ipek üreticisi olan şehirde dünyada tek olan “Setificio” (İpek akademisi) bulunmaktadır. Samandağ ipeğinin yanında lafı bile olmaz bence ama yine de çok kaliteli ipekleri burada görmek mümkün. Fiyatlar ise dudak uçuklatan cinsten.

Yine Como Gölü kenarında Klasik İtalyan kasabalarından biri olan Bellagio, kendi şahsına münhasır bir biçimde bizi karşılıyor. Deniz taxiden inip kendimizi Bellagio’nun göl manzaralı dar sokaklarına bırakıyoruz. Yamaçlara kurulmuş, gölün kenarında sanki bir oya gibi işlenmiş küçük bir kent. Bellagio’yu gezmenin en iyi yolu yürümek. Çiçeklerle süslü, otantik ve tarihi dokusunu yitirmemiş evlerle dolu sakin sokaklarda, basamaklarla yükseldikçe gölün her iki kıyısını da görebilirsiniz. Bellagio konum olarak gölün en güzel noktalarından birinde yer alıyor. Gölün iki kola ayrıldığı yerdeki, bir burunun üzerine kurulmuş. Beni en çok etkileyen yerleşim yerinden biri burası. Büyülenmiş bir biçimde, başımda yine Bellagio’dan aldığım İtalyan tarzı şapkamla İngiliz Lady’si havalarında gezmek son derece keyif verici ve unutulmazdı.

Tam da havaya girmişken, Dünyanın moda kenti Milano’ya uğramadan dönülmezdi hani. Bilindiği üzere, Milano, futbol takımları (AC Milan ve Inter Milan) ve moda haftası, dolayısıyla moda sektörüyle ünlü. Valentino, Gucci, Versace, Prada, Armani ve Dolce & Gabbana gibi lüks İtalyan markalarının hepsinin merkezi Milano’da bulunuyor.

Aslında Türkiye’de İstanbul neyse, İtalya’da da Milano o. Başkent değil ama İtalya’nın ekonomisi ve sanayisinin kalbi Milano’da atıyor. Tıpkı İstanbul gibi birçok medya kuruluşunun ve büyük şirketin merkezleri de Milano’da bulunuyor. Milano, bizim şehirlerimize göre çok daha estetik ve eski binalar çok güzel korunmuş olsa da, kimilerine göre Roma ile kıyaslandığında aslında çirkin bir şehirmiş. Ben henüz Roma’yı görmedim ama görenlerin eleştirisi nedense hep bu yöndeydi.

Benim için Milano’daki eski dönemlerden kalan kalenin içinde yer alan yemyeşil ve ağaçlarla dolu büyük park tüm Milano’ya bedeldi. Yemyeşil çimlerin üzerinde sere serpe uzanan, güneşlenen insanlar, koşu parkurunda spor yapanlar, köpeklerini gezdirenler ve el ele dolaşan sevgililer.

Malum güzel bir şehir olmadığı ve tarihi yerleri İtalya’nın diğer şehirlerine göre az olduğu için, Milano’da tavsiyeler sosyal hayat ve alışveriş üzerine yoğunlaşıyor. Biz de öyle yaptık Parktaki gezimiz sonrası içimize çektiğimiz bol oksijenin de etkisiyle alışveriş ritüellerimizi gerçekleştirdik. Ama tabii ki görülecek hiçbir yer yok demek de değil bu. Misal Milano artık DUOMO ile özdeşleşmiş durumda. Duomo, İtalya’nın en büyük, dünyanın da 5. en büyük katedrali. Katedralin içine girmek için bekleyen metrelerce uzunluğundaki insan kuyruğundan gözümüz korkunca ve de çok zamanımız olmayınca önünde fotoğraf çektirmekle yetinebildik maalesef.

Bu arada eşim ile birlikte Milano sokaklarında elimizde kocaman külah dondurma yemeyi de ihmal etmedik. Nefis pizza ve makarnalarından da söz etmek isterdim ama o da başka bir İtalya gezimizin lezzetli bir konusu olsun.

Gezimizin en unutulmaz anlarından biri ise Alp yamaçlarına kurulmuş termal tesiste günü geçirmekti. Termalin bahçesindeki sıcak su havuzlarında yüzerken, üzerimize yağan kar tanelerinin yüzümüze dokunuşları tarifi imkansız bir keyifti. Heybetli Alplerin yamaçlarında birikmiş kar yığınlarını kendimize fon yaparak çektiğimiz fotoğraflarda görülmeye değerdi doğrusu. Sırf bu duyguyu yeniden yaşamak için bile olsa ikinci kez gidilir diye düşünüyorum.

Termale 45 dakika uzaklıkta Livigno kasabası bölgenin vergisiz bölge olarak nitelendirildiği bir yerleşim yeri. 2000 m rakımda kuş uçmaz kervan geçmez bir bölgenin ekonomik açıdan canlandırılması amacıyla vergisiz satışların yapıldığı bu bölgeye, Milano’dan bile kalkıp 3 saatlik yolu geride bırakarak İtalyanların alışveriş yapmaya geldiği bilinmekte. Bütün ünlü markaların orijinal ürünlerini 30-50 Euro daha ucuza satın alabiliyorsunuz. Elbette burada da kota sınırlaması mevcut. Bölgenin çıkışında sınır geçmiş gibi değerlendiriliyor ve sınır polisleri tarafından alışverişleriniz kota aşımına uğramış mı diye aranıyorsunuz. Grup olarak gittiğimiz için çok sıkıntı yaşamasak da alış veriş için oldukça cazip olduğunu söyleyebilirim.

Bölge yalnızca alışveriş yönünden değil zaman içinde kayak turizm yönünden de oldukça cazip hale gelmiş. Ve inanılmaz talep gören bir kayak çekim merkezi haline gelmiş. Kayak yapmayı sevenlere tavsiye olunur.

İtalya’nın kuzey kısmı doğa açısından beni oldukça büyüledi. Barcelona’dan sonra en çok keyif alarak gezdiğim yerler buralar oldu. Eski bir coğrafya öğretmeni olarak yine aynı konuda ısrar ediyorum. Çok okuyan bilir ama çok gezen daha iyi bilir.