YENİ HİKAYEMİZ NE OLACAK?

30 okunma Haziran 2021

‘’Her yeni doğan çocuk, Tanrı’nın hala insanlardan umudunu kesmediğini gösterir.’’
Rabindranath Tagore (1913 Nobel Edebiyat ödülü sahibi Hintli düşünür)

Son yıllarda yaşadığımız kaotik süreci 2001 yılına benzetiyorum; 99 depreminin fiziksel olarak yıktığı ekonomiyi 2001 krizi de finansal olarak çökertmişti. Gölcük depremi onbinlerce cana malolup, yüzbinlerce insanımızı etkilese de coğrafik olarak sınırlıydı ama bugün yaşadığımız Pandemi tüm dünyayı etkiledi. 2001 kalp krizi gibiydi, IMF elektro-şokuyla ekonomi kendine geldi lakin 2018’den beri yaşadığımız ekonomik sıkıntılar, kriz boyutunu çoktan geçti ve buhrana yani depresyona dönüştü. Dolayısıyla çaresi sadece ekonomik değil aynı zamanda psikolojik.  Türkiye 2002’de erken seçime gitti ve seçmen ‘ümide’ oy verdi; kendine ‘yeni bir hikaye’ anlatanları seçti. Bu hikaye ‘güçlü Türkiye’, komşularla (Araplarla) sıfır sorun ve Avrupa Birliği’ne tam üyelikti. Seçmen davranışı böyledir; yeni hikayelere prim verir. Çünkü hikaye önemlidir; insanlar hikayelerle düşünür hikayelerde yaşarlar. Bazen: ‘Bırak! bana hikaye anlatma…’ diye itiraz etsek bile hikaye dinlemeyi çok severiz. Çünkü bebeklikten beri masallarla uyutulmuş, destanlarla büyütülmüşüzdür. Bütün masalların ve efsanelerin temelinde iki ana tema vardır; korku ve ümit. Korku, hayatta kalma (survival) içgüdüsüne seslenirken ümit, hayata katlanma (challenge) güdüsünü besler. Psikoloji biliminin dahi temeli mitolojidir; Narcissos’un (narsist) kendine nasıl hayran olup (narkoz almış gibi) derenin yansımasında kendi aksini günlerce izlediğini öğreniriz mitolojiden. Atlas’ın gök kubbeyi (dünyayı) nasıl omuzlarının üstünde taşımaya mahkum edildiğini ki; aslında taşıdığı dünya değil ‘hayatın yükü’. Yunus Emre’nin dediği gibi ‘’derdi Dünya olanın dünya kadar derdi olurmuş’’ çünkü…

Mitoloji hayal mi gerçek mi? 

İnsanların fikirlerini özgürce söyleyemediği, haberlerin sansürlendiği tiranlık döneminde yaşıyor olsaydık (neyse ki, o devirlerde yaşamadık) mitolojinin gizemli sembolik dilinden bolca yararlanırdık. Muhtemelen demokrasi öncesi Antik Yunan döneminde yaşayan bilge insanlar icat etti mitolojiyi ve sonrasında despotik Roma imparatorluğu egemenliğinde yaşayan düşünürler yeniden derledi. Bu perspektif içinde okuyoruz mitolojiyi ve hayretle görüyor ki; günümüz siyaset ve tarihini anlamak için hala kullanabiliriz barındırdığı temel şifrelerini. Doğa olaylarını yöneten tanrılar vardır mitolojide fırtınayı, şimşeği, depremi ve onların iki dudağı arasındadır zavallı insanların kaderi…Lafı fazla uzatmadan hatırlatayım size tanrılardan ateşi çalan Promete’yi ve bu efsanenin Pandora’nın kutusuyla beraber nasıl bugünlere kadar geldiğini. Yunan mitolojisine göre; çok önceleri Tanrı Titanlar (Devler) egemenmiş dünyamıza. Daha sonra Zeus ve diğer tanrılar, Titanlarla savaşıp onları yenmişler ve yeraltına hapsetmişler (Baronlar ve Yeraltı dünyası senaryosu gibi). Ancak bu savaştan önce iki Titan; Klymene ve Iapetos evlenmiş ve hepsi çok güçlü, zeki, özgürlük tutkunu dört çocukları olmuş. Bu dört genç Titan, Zeus’u kesinlikle tanrı ve reis olarak kabul etmeyip ona isyan etmiş (Asi gençlik her devirde düzene karşıymış). Zeus bunlara çok öfkelenmiş ve Atlas’ı, dünyayı omuzlarında taşımaya mahkûm etmiş (Dünya haritalarını içeren kitaplara bu yüzden Atlas diyoruz). Diğer kardeş Menoitios’u da yeraltına göndermiş (direniş hep yer altına çekilir). Üçüncü kardeş Epimetheus’u;  (ilk kadın) Pandora’yla evlendirmiş. Hayır, ödüllendirmek için değil çünkü bu sinsi bir planın parçasıymış  (Evlilik bazısı için cezadır bazısı için ödül).  Dördüncüsü yiğit Prometheus’muş. Ancak o akıllı davranarak Zeus'un gözüne girmeyi başarmış, Olimpos'taki tanrıların arasına alınmış (mafyaya sızan ajan gibi). 

 

Zeus Promete’yi neden cezalandırmış?

Olimpos tanrıları acımasız ve kudretliydi; Promete ise akıllı, yaratıcı ve zeki. Pro-metheus Yunancada ‘önceden bilen’ anlamına gelir yani ‘kahin’dir. Efsaneye göre ilk insanı Prometheus kendi gözyaşıyla yoğurduğu çamurdan yaratmış ve tanrıların ateşini çalarak ona can (üflemiş) vermiştir. Bu ateş ‘bilgi’ ateşidir; özgürlüktür, medeniyettir. Zeus buna çok kızar ve onu korkunç bir cezaya mahkum eder. Bunlar size de tanıdık geldi mi; balçıktan yaratılan ve iktidar mücadelesi uğruna ezilen zavallı insan… Prometheus, Kafkas Dağları’nda büyük bir kayaya zincirlenir ve Zeus hergün bir kartal gönderir, Prometheus’un karaciğerini yedirir.  Gece olunca karaciğeri yeniden oluşturur ve yenilenen karaciğer de, tekrar kartalın ertesi günkü yemeği olur (Gerçekten de karaciğer insan vücudunda kendini yenileyebilen birkaç organdan biridir). Bu bitmeyen bir işkencedir, Prometheus umudunu hiç yitirmeden buna dayanır. Nitekim 30 yıl sonra bir gün Zeus’un oğlu Herkül çıkagelir, kartalı öldürür ve Prometheus'u zincirinden kurtarır. Böylece Prometheus katlandığı bu çileyle, yarattığı insana da unutulmaz bir ders verir; özgürlük için, umudunu yitirmeden, sonuna kadar mücadele etmesi gerektiğini öğretir. Dönelim şimdi Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a… Epi-metheus ‘sonradan öğrenen’ demektir yani abisinin tam tersine; tecrübe ederek öğrenir.

 

Pandora efsanesi neydi?                                                                                                          ‘Açtırma kutuyu söyletme kötüyü!’ sözündeki ‘kutu’ ve ‘kötü’ neyi temsil eder bilir misiniz? Pandora’nın kutusunu ve kutunun içinde kalan son ‘kötüyü’ yani umudu… Zeus kendinden ateşi çalıp insanlara veren Prometheus’tan ve insanlardan intikam alabilmek için Prometheus’un kardeşi Epimetheus'a tanrısal güzellik ve zekâya sahip olan Pandora'yı eş olarak gönderir. Bütün tanrıların özelliklerini taşımasından dolayı ona ‘Tanrıların Armağanı’ anlamına gelen Pandora denilmiştir. Zeus Pandora'ya bir kutu armağan eder. Kutunun içine tüm kötülükleri hapsetmiştir; Pandora’ya asla bu kutuyu açmamasını söyler. Zira onun merakına yenileceğini düşünür. Epimetheus Pandora'ya âşık olur (zaten planın amacı budur) ve evlenirler. Epimetheus Pandora’nın hiç yanından ayırmadığı kutuda ne olduğunu merak eder; adı üstünde ‘tecrübesizdir’. Bir gün merakına yenilip kutuyu açar ve tüm acılar, hastalıklar, açlık, kibir, kıskançlık gibi kötülükler dünyaya yayılır. Pandora, durumu fark ettiğinde, son bir hamleyle kutuyu tekrar kapatır. Kapağı kapatırken, kutudan çıkmaya çalışan son bir şeyin olduğunu görür ve onu yakalar, kutuda kalmasını sağlar. Pandora’nın kutusunda kalan o son şey umuttur. O zamandan beri yanlışlıkla kutuyu ve içindeki umudu iyi şans olarak yorumladık; fakat Zeus'un arzusunun, insanlardan intikam almak olduğunu unuttuk. Zeus’un planı işkenceyi olabildiğince uzatmaktı. Öteki kötülüklerden de fazlasıyla eziyet çeken insanın yaşama katlanmasını (challenge), kestirip atmamasını ve hep yeni eziyetler çekmeye devam etmesini istemişti. Bunun için insanlara umudu verdi. Tıpkı 30 yıl işkence çeken ataları Prometheus gibi aynı kaderi yaşamalarını istedi. Zeus insanlara neden bu kadar öfkeliydi? Çünkü kendisinden çalınan ateş (bilgi) sayesinde insanlar ‘şımardı’ ve kendilerini tanrılarla kıyaslamaya başladı.

Araplar bizi sever mi?                                                                                                         Pandora’nın hikayesi oldukça ‘umut kırıcı’ olsa da Promete efsanesi çok ilham verici. Bizim de içinden geçtiğimiz şu kaotik dönemde her şeyden çok ilham verici hikayelere ihtiyacımız var bu nedenle anlattım. Bence biz millet olarak, 99 depreminin travmasını ve 2001 krizinin ezikliğini tam olarak atlatamadık. Yenilmişliğin verdiği yetersizlik hissini ve küçüklük kompleksini; inkar üzerine kurulu yersiz bir büyüklük kompleksiyle aşmaya çalıştık. 2004’te AB’ye ‘bir adım kaldı’ hikayesi bize çok iyi geldi; komşularımızla aramız düzeldi, Arap sermayesi de bize akmaya başladı. Araplar, kurduğumuz demokratik düzene ve seküler hayat tarzımıza öteden beri hayrandı çünkü Araplar kendileri gibi ‘olana’ değil kendi ‘olamadıklarına’ saygı duyarlar. Peki, Batı sermayesi bizi neden ‘sevdi’; yatırımcıyı cezbeden Türkiye hikayesi neydi? Düşük kamu ve hane halkı borcu, istikrarlı kur, tek parti iktidarı ve uygulanan sıkı mali disiplini... AB hikayesiyle ülkeye yabancı sermaye girişi hızlandı, paramız değer kazanmaya, faizler düşmeye başladı.. Döviz ve faizden beklediğini bulamayan tasarruflar gayrimenkule ve inşaat sektörüne akmaya başladı. Toprak rantı, sanal bir büyüme ve refah hissi yarattı. AB rüzgarı yelkenlerimizi şişirmeye başlamıştı, 2009’da rüzgar fırtınaya çevirdi ve bizi önüne katıp götürmeye başladı. Kimse nereye sürüklendiğimizi bilmiyordu ama hızlı gittiğimiz sürece nereye gittiğimizin pek bir önemi yoktu, halk memnundu.                            

2009 krizi bizi teğet mi geçti?                                                                                               2008 sonunda ABD’de başlayan büyük finansal çöküş ve sermaye piyasalarındaki erimeyi durdurmak için basılan karşılıksız trilyonlar yağmur gibi yağmaya, sel olup dünyaya akmaya başladı. Bu ‘sıcak’ yağmurlarla bizim güverte de doldu taştı. 2009 krizi bizim krizimiz değildi ve Türkiye gibi üretimi ve finansı ithalata bağlı olan (cari açıkla büyüyen) ekonomilere sınırsız ve ucuz borçlanma imkanı sundu. Lütuf gibi görünen bu sermaye akımı tam bir tuzaktı; kredi ve borç tuzağı! 2009’dan sonraki ‘başarı’ hikayemiz; ülke için sıcak para ve borçla kalkınma, hane halkı için ise gelecekteki gelirini ipotek etme üzerine kuruluydu. Herkesin gönülden inandığı hikaye şuydu: ‘borç veren varsa neden almayalım?’. Vadesi gelince bi hal çaresine bakalım ya da yeniden borçlanalım. Bize borç verenlerin vardır bi bildiği; akarken dolduralım. ‘Nereden geliyor bu değirmenin suyu?’ diye de sormayalım! Evet 2001’de başlayan hikayemiz nasıl bitecek bilmiyoruz; anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz.

Umut bizim için ödül mü, ceza mı?                                                                                                        Hikayeyi kimin anlattığı kadar hikayenin sonu da önemlidir. Ben de Pandora efsanesinin sonunu değiştirdim ve bizim hikayeye uyarladım. Prometheus kahindi; ona verilen cezanın bir gün sonu ereceğini ve kurtarılacağını da biliyordu. Bunca çileye ve işkenceye bu sayede katlandı. Umut, Pandora’nın kutusunda kalan son şeydi ama belki de tek iyi şeydi. İyi olduğu için en sona kaldı belki; çıkmak istemedi. Çünkü kutudaki kötülükleri tek başına alt edemeyeceğinin farkındaydı. İnsanoğlu diğer tüm kötülüklerle baş etmenin ve tüm o acılara katlanmanın yolunu kendi bulmalıydı. Umut son ilaç, son çare ya da belki de bunların ödülü olmalıydı ve zamanı gelinceye kadar kutudan çıkmamalıydı. Belki hala kutunun içindedir ve Promete’nin yaptığı gibi: hikayeni değiştiremiyorsan, sonunu değiştir!