SADAKA MI, VERGİ Mİ?

30 okunma Eylül 2024

İnternette sıkça paylaşılan bir rivayete göre; bir Sümer tabletinde ‘Ne olacak bu gençliğin hali!’ diye yazıyormuş. Rivayet diyorum çünkü internette gördüğüm her paylaşıma şüpheyle yaklaşıyorum. Zaman zaman yazılarımda bu fake ya da uydurma paylaşımları deşifre ediyorum. Neyse, konumuz bu değil elbette; o tarihi Sümer tabletinde yazmasa bile gerçek olan bir endişe: ‘Ne olacak bu gençliğin hali?’. Ne olacak 7 yaşına giren oğlumun ve tüm yeni kuşağın geleceği? Ellerindeki tabletten başını kaldırıp günlük yaşama nasıl adapte olacaklar? Gerçeklikten kopmadan, nasıl gerçek bir hayat yaşayacaklar? Çocuklarımız kumar bağımlısı gibi dopamin bağımlısı oldu. Beklemeye dayanamıyor, ödülsüz duramıyor, can sıkıntısından ‘ölüyorlar’lar. Sosyal medya tasarımcıları, geleneksel kumar sektöründen çok şey öğrendi: ‘Beklenti, ödülün kendisinden daha heyecan verici’.

‘Cennet’ sıkıcı bir yer mi?

2010’da sevgili Dostum Faik Çekin (avukat) ile Seyşel Adalarına tatil için uçuyorduk. Yan koltuklarda bir çift ve iki çocukları da tatile gidiyordu. Çocuklar uçağa bindikten ininceye kadar neredeyse aralıksız ellerindeki tablete baktılar. Uçak henüz yerdeyken çocuklar şikâyet etmeye başlamıştı: ‘’Biz evde kalsaydık olmaz mıydı? Çok sıkılacağız orada’’. Orası dedikleri tropik adalar topluluğu, cennetin yeryüzündeki tasviriydi adeta. Beyaz kumsallar, palmiye ormanları, turkuaz koylar ve kızıl mercanlar. Biz oraya gideceğimize inanamazken bu çocuklar direniyordu. Aradan binlerce yıl geçmiş, taş tabletin yerini dijital ekranlı, dokunmatik tabletler almış ama endişe kaynağımız değişmemişti. Çocuklar(ımız) sıkılmaktan çok korkuyordu, can sıkıntısı onların en büyük kâbusuydu. Ellerindeki tabletin bağımlısı olmuş, dünya parmaklarının ucunda sanıyorlar. Tablet ekranına parmak ucuyla her dokundukları ‘gerçek’ oluyor, sanal kazanımlara doyamıyorlar. Kazandıklarının sanal olduğunu unutuyor, gerçek coğrafyaların yerini sanal coğrafyalarla doldurmaya çalışıyorlar.

İnternet dert mi, derman mı?

Biz 40 yaş üstü olanlar analog kuşağız yani tüplü TV ve çevirmeli telefondan, dokunmatik ekrana terfi ettik. Yeni kuşak ise adeta bu ekranla hayata gözlerini açtı, dünyayı dijital ekrandan ibaret görüyor; sosyal medya denilen sanal atmosferde zaman tüketiyorlar. Bizim kuşak ve öncekiler elleriyle gerçek işler yaparken bu nesil parmaklarını çoğunlukla ekranda kaydırma yapmak için kullanıyor. İnternet birçok derde deva oldu, işlerimizi kolaylaştırdı lakin tembelliğe de köprü oldu. Yine de internet ve özellikle de Youtube sayesinde birçok insana ulaşma, dinleme ve izleme imkânımız doğdu. Bu yazıda, yeni tanıştığım (shorts yani kısa konuşma videoları önüme yeni düşen) değerli bir işadamından alıntılar yapacağım. Kendisi aslen bir Uygur Türkü. Çin’den kaçıp 2005’te Türkiye’ye sığınmış, sonra Almanya’da bir süre yaşadıktan sonra ABD vatandaşlığına kabul edilmiş. Tüm fikirlerine katılmasam da dijital gençlik ve göçmenlikle ilgili söylediklerini kesinlikle paylaşıyorum. Kuzzat Altay bir yazılım şirketinin kurucu CEO’su ve iki oğlan babası. Şunları söylüyor:

En beceriksiz nesil mi?

‘’İnsanlık tarihinin gördüğü en beceriksiz, en ezik jenerasyonla karşı karşıyayız. Düşünün ki, gençliğin yüzde 80’i telef olmuş, yok olup gitmiş. Tik tok bunları telef etmiş ve bu bizim için büyük bir musibet ya da büyük bir fırsat. Nasıl mı? Anlatayım; şimdi Galatasaray ile Real Madrid’in final maçı yapacağını hayal edin. GS’li futbolcular harıl harıl antrenman yapıp maça hazırlanırken Real’li futbolcuların bütün gün Tik tok videolarına baktığını farz edin. Yattığı yerde bir elinde yağlı yağlı cipsleri yiyor diğer elinde cep telefonu, Tik tok’ta dans eden, sabun yiyen geri zekâlı maymunları izliyor. Şimdi sen GS’li isen bu maçı kazanmama imkânın yok, yani bu maçta 100 gol bile atabilirsin. Şunu anlatmak istiyorum; dünya öyle bir yere dönüştü ki, bu jenerasyon öyle ezik ki, birçoğu bir matkabı bile elinde doğru düzgün tutamıyor. Bir araba bozulduğu zaman tamir etmekten aciz, bir gece ormanda yalnız kalsa muhtemelen telef olup gidecek. Ben bu gençlere özellikle de kendi çocuklarıma sesleniyorum. Spor yaptırmaya çalışıyor, kendi hayat tecrübemi aktarmaya çalışıyorum.’’

Tik tok yasaklanmalı mı?

Altay devam ediyor: ‘’Bizim evde örneğin Tik Tok kesinlikle yasak! Oğullarıma diyorum ki, hayatta kalmayı öğrenmeniz lazım; matematik, fizik, kimya, edebiyat öğrenmeniz lazım. Güzel konuşmayı, yemek yapmayı bilmeniz lazım. Bulaşık yıkamayı, matkap kullanmayı hatta silah kullanmayı öğrenmeniz lazım. 16 yaşındaki oğlum ehliyetini hemen aldı, 18 yaşını doldursun tır şoförlüğü ehliyetini de aldıracağım. Hatta pilotluk de öğrenmesini sağlayacağım. Bunları aldıktan sonra var ya, sizinle dünyada rekabet edecek gençler yok denecek kadar az. Çünkü gençlerin çoğu Tik tok’ta telef olmuş, saman olmuş olacak. Ya arkadaşım, senin bu maçta bu rekabette kazanmama şansın yok! Tek yapman gereken, diğerleri zamanını Tik tok’ta israf ederken, bir uyuşturucu gibi sosyal medyada kendini uyuturken senin kendini geliştirmen. 2. Dünya Savaşından 80’lere kadar geçen dönemde insanlar çok çalışkandı. O dönemin lise öğrencileri bile sporcu gibi fit ve zayıftı. İnsanlar k.çı üstünde oturur değil mi; şimdiki gençler omurgası üstünde yayılıp oturuyor.’’

Rekabet kolaylaştı mı?

Kuzzat Altay günümüz gençleri için rekabetin aslında artmadığını, kolaylaştığını düşünüyor. ‘’Tek yapman gereken, diğerlerinin tersini yapmak. Yüzde 20’lik çabayla yüzde 80’lik bir başarı elde edebilirsin’’. Altay kendi yaşamından da örnekler veriyor ve Çin’in Uygurlara uyguladığı zulümden kaçıp Avrupa ve Amerika’ya sığınan göçmenler arasında büyük maddi farklar oluştuğunu anlatıyor. ‘’ABD’ye sığınan Uygurların genel ekonomik durumu ilk yıllarda çok kötü oluyor. Ama birkaç seneye kalmadan villada oturmaya başlıyorlar. Avrupa’ya yerleşen Uygurlara baktığımda böyle ılıman bir hayat yaşadıklarını görüyorum. Ne sıcak ne soğuk böyle mayışmış bir vaziyet. Neden böyle biliyor musunuz? Çünkü Avrupa’da sosyal güvenlik diye bir şey var, Amerika’da ise pek yok. Yani bizler çalışmaya ve ayakta kalmaya mecburuz! Devlet güvenlik sistemi yok, sosyal yardımlar az olabilir ama bu bizi daha fazla çalışmaya ve kendi ayaklarımız üzerinde durmaya zorluyor. Çok başarılı bir adama sırrını sormuşlar: ‘Mecburiyetten!’ demiş’’.

‘Kul hakkına’ girer mi?

‘’Yabancı bir ülkeye geldiğinde ilk birkaç yıl alışma sürecidir, bu anlaşılabilir. Yaşın geçmiştir, o da anlaşılabilir. Ama elin ayağın tutuyorsa, genç ve sağlam bir insansan iki seneden sonra devletten yardım alman kul hakkına girer. Çok anlatılan bir deneydir; kurbağayı kaynayan suya atarsan birden zıplayıp çıkar, kendi canını kurtarır. Ama soğuk suda bekletip suyu yavaş yavaş ısıtırsan kurbağa ılıman suda iyice mayışır ve su kaynayınca haşlanır, felç olmuştur. Ben Avrupa’daki devlet yardımlarını biraz buna benzetiyorum, insanı rahatlığa alıştırıyor. Amerika’da bizi kaynar suya bırakıyorlar ve biz hayatta kalmak için can havliyle çalışıyoruz. Kaslarımız gelişiyor; hem vücut hem de beyin kasımız yani ve başarılı oluyoruz. Amerika’da çalışıp da fakir kalan bir Uygur’a rastlamadım. Geçenlerde bir Arnavut asıllı arkadaş sordu: ‘Sizin toplama kamplarından bahsediyorsunuz ama bu Uygurlar hep Porsche’ye, BMW’ye, Mercedes’e biniyor; bu nasıl oluyor?’. Ben de dedim ki, arkadaş çalışıp almışlar. Toplama kampları Çin’de, Uygur’da ABD’de değil ki!’’.

Sadaka mı veriliyor?

Altay Bey ABD’ye geldiği ilk günlerde kendisine verilen ‘çalışmama!’ tavsiyesine neden uymadığını şöyle anlatıyor: ‘’o zamanlar devlet bana, affedersin sadaka veriyordu; devletin sadakası şuydu; 380 dolarla ölmeyecek kadar yiyecek alabiliyordun. Sana bir kart yüklüyordu ve bu kartla sadece yiyecek alınabiliyordu. Çocuğum olduğunda 800 dolar da çocuk yardımı almaya başladım. Elime ayda ortalama 1200 dolar geçiyordu. Göçmen bir arkadaş bana ‘sakın çalışma!’ dedi, ‘çalışırsan bu yardımın kesilir’. Ben alışmamışım ki, başkasının diktiği ağacın meyvesini yemeye, başkasının ceketi altında terlemeye. Böyle bir kültür yok bende. Alınıyorum, utanıyorum, o kartı kullanırken parça parça oluyorum, kimse görmesin diye çabalıyorum. O zaman 23 yaşındayım ve kendime sordum: bu para nereden geliyor, gökten mi iniyor, arş-ı aladan mı geliyor bize? Direkt öyle değil, devletin yardımı şöyle çalışıyor; Amerikalı Michael, Ashley çalışıyor; kazanıyor ve Amerikan devletine vergisini ödüyor. Devlet bu verginin bir kısmıyla fakir fukaraya, çalışma imkânı olmayana; ölmesin, sokakta kalmasın diye yardım olarak veriyor.

Bu para nereden geliyor?

Öbürünün alın terinden, vergisinden geliyor. Öbürü gece gündüz çalışmış, kazanmış vergisini ödemiş. Şimdi ben onun vergisini haksız yersem, hakka girmiş olmaz mıyım? Dedim ki, bu bir sadakadır ve sadaka almak bana yakışmaz. Sonra dedim ki; çalışsam 3000 dolar kazanabilirim. Bunun 1200 doları kesilse bana yine 1800 dolar kalmaz mı? Neyse ki genç yaşımda böyle düşünmüşüm ve kurbağa gibi yaşamamışım. Yeni gelen göçmenlerin en büyük sorunu yeterince zorluk çekmemesi; devletin onlara kira yardımı, yiyecek yardımı yapması ve onların da çok zorlanmaması. Bu benim için de sizin için de aynı, insan zorlanmazsa rahata alışıyor, mecbur kaldıkça güçleniyor. İlk birkaç yıl anlaşılabilir ama siz de o ülkede vergi veren durumuna gelmelisiniz. Veren al daima alan elden üstündür. Göçmenlere ‘benim ödediğim vergilerle geçinen bir parazit olarak değil; vergisiyle benim ülke savunmasına yollarına, katkıda bulunan, katma değer üreten göçmenler gelsin’ diye bakılmasını sağlamak lazım. Ayşe, Fatma, Abdullah gelsin. Daha fazla gelsin ama ülke için değer üretenler gelsin.’’

Nasıl kazıklandım?

Kuzzat Altay başka bir videosunda ABD’deki ilk günlerinde nasıl kazıklandığını anlatıyor. İnternetin büyük fırsatlar sunduğuna aldanıp, ‘dolandırıcılara para kaptırmayın!’ diyor. ‘’Balık tutmayı iyi bilen bir arkadaşıma işin sırrını sorduğumda bana akşam saat 5’in en ideal saat olduğunu söyledi. Sebebini şöyle izah etti, ‘balıkların en aç ve en yorgun olduğu zaman’. Ben de ABD’ye ilk geldiğimde öyleydim ve bir radyo reklamında, bedava olduğu söylenen bir bilgisayar programına 300 dolar ödedim. Beni mahkemeyle davayla korkuttular ve ben ülkeyi bilmediğim için itiraz edemedim. Yani aç balık gibi oltaya geldim ve yemi yuttum. Bugün 30 Bin dolar kaybetsem o kadar üzülmem ama o 300 dolar canımı çok acıttı. Çünkü benim o günlerde belki 10 günlük kazancımdı. O dönemde radyo reklamları vardı, bugün Youtube’ta böyle binlerce reklam ve dolandırıcı var. Arkadaşlar, size kolay para ve zenginlikten bahsedenlere inanmayın. Hayal tüccarlığı yapanlara kanmayın. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde, liyakatten ziyade torpil ve tanıdık bulmak gerektiğini unutmayın.’’